28 Mayıs 2009 Perşembe

ANGUTUN SADAKATİ.......

Geçenlerde gelen bir maili çok sevdim ve virgülüne dokunmadan alıyorum bloguma....

"Herkesin haksız bir şekilde kullandığı bir ifadedir 'Angut'. Biri laftan anlamayınca, boş boş bakınca ya da aptallık edince hemen 'Angut musun?' der günümüzün insanı. Angut'un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen bir sürü insan var ülkemizde.

Özelliği nedir bilir misiniz? Angut kuşunun eşi öldüğü zaman yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun başucunda bekler.

İşte bu canlının yaptığı en büyük 'Angut'luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir. Dişi olsun erkek olsun bütün Angut kuşlarının
Çok ürkek bir hayvan olmasına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elinizi uzatsanız dahi oradan kaçmaz.

Hani derler ya 'Angut gibi bakmasana' diye... Keşke herkes Angut gibi bakabilse değer verdiklerine. Bundan sonra bazılarına 'Angut' demeden önce bir kere daha düşünün. Bir "Angut" bile olamayan o kadar çok insan var ki artık günümüzde...
"
.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ADANMIŞ BİR YAŞAMA SAYGILARIMLA " TÜRKAN SAYLAN"


Daha önce yazdığım bir yazıyı tekrar alıyorum bloguma, onun aziz hatırasına saygılarımla....

İnternet arama motorlarında aradığımızda hakkında yüzlerce haber, bilgi bulabileceğimiz bir bilim insanı Türkan Saylan.
Adının başında profesör doktor ünvanı var ama o pek çok profesörden çok farklı bir yaşam yolu seçmiş kendisine. Yaşam amacı EĞİTİM. Diyor ki;
"Türkiye'de terörün önlenmesi, açlığın, sefaletin, işsizliğin giderilmesi konusunda kız çocuklarının eğitiminin yüzde yüz katkısı olacaktır."
Gencecik bir doktor olma yolundayken staj için gittiği hastanede cüzzamlı insanların tedavileri için hiçbir şey yapılmadığını,tecrit edilmelerini görüp kahrolmuş ve doktor çıkar çıkmaz bu konuda paçalarını sıvayıp, köy köy gezerek yaptığı taramalar, tespitler ve tedavilerle 10 yıl içinde ülkedeki cüzzam hastalığına dur demiş ve bunu başarmış bir bilim insanı. Ve bu nedenle kendisine uluslararası Gandhi ödülü verilmiş.
Yaşamına baktığımızda yüzlerce ödülü var ama bu ödüller onun için cebindeki mendiller gibi.
o habire didinerek okutulmayan kız çocuklarını okutabilmek için çabalıyor. Burslar veriyor, yurtlar, okullar açıyor, çalışıyor, çabalıyor ve her okutabildiği kız çocuğundan haber aldığında mutlu oluyor. Şu ana kadar 36.000 kız çocuğu onun ve kurucusu olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Vakfının sayesinde eğitim olanağına kavuştu. Bu rakam bir ülke için küçük görünebilir ama bir kişinin çabalarıyla yapılmış ise çok büyük bir rakamdır. Ve o kızların aileleriyle, çevreleriyle, hayata atıldıklarında yapacaklarıyla katlanarak büyüyecektir.
Son olarak Vehbi Koç Vakfı Ödülü olan 100.000 Doları, aldığı gün eğitim vakfına aktarmış ve okutabileceği kız çocukları düşüncesi onu daha da mutlu etmiştir.
Yakalandığı kanser hastalığının vücudunda yayılması bile umurunda değildir. Bu konuda yaptığı bir söyleşide "Daha ölemem, yapacak çok işim var" diyebilmiş bir insandır.
Doktorluğunun önünde gelen vasıfları insanlığı, vicdanı, yurtseverliğidir. O bir anne sevgisiyle vatanın evlatlarını kollayan, kucaklayan, okutan, eğiten, adam olmaları için uğraşan özel bir varlıktır.
O bu vatanın en kutsal annelerinden birisidir. O bu vatanın kutsal değerlerini evlatlarına aktarabilen gerçek bir vatansever, laik, cumhuriyetçi bilim insanıdır.
Kendisine tüm kalbimle sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.....

16 Mayıs 2009 Cumartesi

DAHA DÜN GİBİ....

Koştura koştura iş yaparken aynaya takıldı gözlerim, aynadan bana bakan kadın kimdi? Ben, kendim dediğim ben kaç yaşındaki halimdi? Aynadaki aksimle, içindeki ben arasında kaç yaş fark vardı. İçimdeki benin yaşı yok..aynadaki ben, yani bana bakan insanların gördüğü ben olgun yaşta bir kadın... o kadın bir dolu şey yaşamış... Okumuş, çalışmış, evlenmiş, çocuğu olmuş, ayrılmış, emekli olmuş, çocuğu büyümüş...ama içimdeki ben tüm bunları bir filmin kareleri gibi gülümseyerek hatırlıyor. Kare-kare, an-an...., kısa kısa... Yirmi üç yıl çalışan o kadın, bense şimdi onun parasını yiyorum.. Şu fotoğraf sanki dün çekilmiş gibi, sanki kızım , kedisi Pamukla oyun oynuyor..oysa bu anın üzerinden neredeyse yirmibeş yıl geçmiş... nereye birikmiş bu geçenler...nereye gitmiş bu yaşananlar?
Rahmetli anneanneciğim, kendi apartmanlarında oturan saçı sakalı ağarmış bir komşusundan bahsederken amca diye hitabettiğinde çok gülerdik, anneannem seksenlerindeydi o amca ise ancak altmış yaşlarında...Televizyonda Sinan Çetin'i gördüğünde de benim ihtiyar çıktı derdi, biz yine kendimizi tutamaz gülerdik. Oysa anneannemin içindeki "Benin" de yaşı yoktu ki... Artık onun hissettiklerini çok daha iyi anlıyorum. Ya da sokaklarda yaşlanmış, buruşmuş ama kırmızı rujunu sürmüş,canlı renkli kıyafetleri ile gezen bana yaşlı görünen insanları...Demek ki anlamak için yaşamak gerekiyor, tecrübe böyle bir şey... Demek ki kaç yaşında olursa olsun insanlar öte aleme gideceğini anladığında daha yaşamak istiyor,eee daha hiç bir şey yaşamamış ki... o yaşadıkları mı? Anlar...yalnızca anlar...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

KİM VAHŞİ???


Kaliforniya'daki bir hayvanat bahçesinde anne kaplan, çok ender olan üçüz kaplan yavruları doğurmuş. Ne yazık ki, gebeliği sırasındaki sorunlar yüzünden yavrular premature doğmuş ve çok küçük olmaları nedeniyle, yavrular doğumdan hemen sonra ölmüşler.
Anne kaplan doğum sonrası iyileşmiş ancak, fiziksel olarak gayet iyi olmasına rağmen sağlığı bozulmaya başlamış. Veterinerler bebeklerini kaybetmiş olmasının onu depresyona girmesine neden olduğuna karar vermişler ve eğer bir başka anne kaplanın yavrularını onun yanına koydukları taktirde, belki eski sağlığına kavuşabileceğini düşünmüşler.

Ülke çapında diğer tüm hayvanat bahçelerini araştırmışlar ancak yas tutan anneye verebilecekleri aynı
büyüklük ve yaşta yavru kaplan bulamamışlar.
Bunun üzerine veterinerler, bazen bir cinsin başka bir cinsin yavrusuna annelik edebildiği düşüncesiyle hiç denenmemiş bir uygulamayı yapmışlar. Ama bulabildikleri tek yetim yavrular minik domuzcuklarmış. Onlara kaplan derileri giydirerek anne kaplanın yanına koymuşlar.
Merakla beklemişler, acaba anne kaplan onları kabul edecek miydi, yoksa kendisine bir ziyafet mi çekecekti? Sonuçta gördüğümüz fotoğraflar çekilmiş....

Şimdi söyler misiniz....
Bir anne kaplan ile yetim domuzcuklar gayet iyi geçiniyorlar da neden dünya üzerinde yaşayan biz insanlar birbirlerimizle geçinemiyor, din, ırk, renk ve diğer bir sürü aptal-salak nedenler yüzünden birbirlerimizi öldürüyoruz?
Yoksa biz insanlar mı bu "vahşi" dediğimiz hayvanlardan daha acımasız, daha vahşiyiz?



9 Mayıs 2009 Cumartesi

ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN....



Eğitimcilik yaptığım yıllarda verdiğim derslerin içinde Motivasyon dersleri de vardı. Büyük çocuklara dersler veriyordum. Ve herkesin kendisini ifade etmesinin ne denli önemli olduğunu anlatıp, kendilerini ifade etmeleri için yüreklendirmeye çalışıyordum. Hepimiz özde aynıyız ama hepimiz kendimizi ifade etmek için buradayız. İster yazıyla, ister resimle, ister heykelle, ister sözle bir şekilde ifade etmeliyiz ve dünyaya bir fark katmalıyız. Çünkü, bana göre hepimiz Tanrı'nın paletindeki farklı farklı renkleriz...
Deniz yıldızı öyküsü vardır hemen herkesin bildiği...fark yaratmak üzerine yazılmış... Şimdi bir başka öyküyü paylaşmak isterim. Sevginin gücü ve fark yaratmanın önemi üzerine çok güzel bir öykü bu......
Mediha öğretmen okulun ilk gününde beşinci sınıfın önünde dururken, çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkansızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yımaz olan bir erkek çocuk vardı.
Mediha öğretmen bir yıl önce Mustafa'yı izlemişti ve diğer çocuklarla oynamadığını, üstünün başının sürekli yırtık ve kirli olduğunu gözlemlemişti. Ayrıca Mustafa zaman zaman çok tatsız olabiliyordu. Öyle bir nokta geldi ki, öğretmen onun kağıtlarına sürekli kırmızı X ler yapıyor ve F (en düşük derece) notlar veriyordu.
Okulda her çocuğun geçmiş kayıtlarının da incelenmesi gerekiyordu, öğretmen Mustafa'nın kayıtlarını incelerken ve hayatını gözden geçirirken bir sürprizle karşılaştı.
Birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli.
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor ama annesinin ölümcül hastalığından dolayı sıkıntılı, evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor.
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa'nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden geleni yapıyor ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa içine kapanık ve okuldaki derlerine fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca öğretmen problemi kavradı ve çok üzüldü.
Öğrencileri ona güzel, kurdeleli, parlak kağıtlı hediyeler getirdiğinde kendini kötü hissediyordu. Mustafa'nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa'nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Öğretmen, onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu bir parfüm şişesi vardı. Çocukların bazıları gülmeye başlamıştı. Ama öğretmen bileziğin ne kadar güzel olduğunu söylediğinde çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü sürdü. Mustafa o gün okuldan sonra öğretmene şunu söylemek için kaldı;
-"Öğretmenim, bugün aynı annem gibi kokuyorsunuz.."
Çocuklar gittikten sonra öğretmen en az bir saat ağladı. O günden sonra okuma, yazma, matematikle birlikte çocukları eğitmeye de başladı. Mustafa'ya özel ilgi gösterdi. Birlikte çalışırken zihni canlanıyor ve teşvik gördükçe daha hızlı karşılık veriyordu. Böylece yıl sonuna kadar Mustafa sınıftaki en zeki çocuklardan birisi olmuştu. Ve öğretmen tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biriydi.
Bir sene sonra, öğretmen kapısının altında bir not buldu. Mustafa ona hayatında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu. Altı yıl sonra Mustafa'dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve hala hayatındaki en iyi öğretmeni olduğunu yazmıştı. Bundan dört yıl sonra, bazı zorluklar olsa da okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında en iyi derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine hayatındaki en iyi ve favori öğretmeni olduğunu söylüyordu. Sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyor ve hala karşılaştığı en iyi öğretmeni olduğunu söylüyordu. Artık ismi daha uzundu. Prof.Dr. Mustafa Yılmaz- Tıp Doktoru diye imzalamıştı mektubu.
Öykü burada bitmiyor. Bir mektup daha var. Mustafa bir kızla tanıştığını, onunla evleneceğini söylüyordu. B abasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyor ve evlenme töreninde öğretmeninin, damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Öğretmen şüphesiz bunu kabul etti ve taşları düşmüş bileziği taktı ve annesinin sürdüğü parfümünden sürdü. Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa kulağına şöyle fısıldadı;
-"Bana inandığınız için teşekkür ederim öğretmenim. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim."
Öğretmeni gözünde yaşlarla şöyle dedi;
-"Yanlış düşüncelere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya kadar, nasıl öğretebileceğimi bilmiyordum çünkü...."
Bugün ANNELER GÜNÜ..
Ben başkalarını yüreklendiren, onların fark yaratmalarına neden olan, içinde şefkat ve merhamet barındıran tüm ademoğullarının ve havva kızlarının bu sevgi dolu gününü kutluyor ve bu yazıyı onlara ithaf ediyorum.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

KÜÇÜCÜK BİR EVİM OLSUN......

D İ L E K
Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bütün bunlar benim öz mal
ım olsa.

Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplar
ım olsa.

Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kad
ın karım olsa!

Nerde, hangi
şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufac
ık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Nerde, hangi
şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplar
ım olsun,
Beni paras
ız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!


CEVDET KUDRET SOLOK

MUTLULUK, PAYLAŞILDIKÇA ARTAR.......

Hepimizin hayatında olduğu gibi benim hayatımda da yaşadıklarını abartıyla anlatan insanlar var. Coşkulu, heyecanlı, düş gücü yüksek insanlardır bunlar. Yaşadıklarını abartıyla anlatmaları bazılarını rahatsız eder ama ben renkli bulurum onları. Ne fark ederki, ha bir roman okumuşum ha böyle bir insanı dinlemişim. Üstelik onlar çok da güzel anlatırlar, eskilerin masalcı dedeleri, nineleri gibi... ve de amaçları daha fazla sevilmek olsa bile girdikleri ortamlarda ağızlarına bakar insanlar. Onlar gelmeden önce sakin,suskun olan ortam birden canlanır, hareketlenir ve mutluluk dolar... İşte böyle birinin öyküsü;

İleri derecede hasta iki adam ayni hastane odasındaydılar.
Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin
veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için.
Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta
ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı.
Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eslerini, ailelerini,
evlerini, islerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri
anlatırlardı birbirlerine.
Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin
verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak
geçiriyordu.
Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki
renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.

Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve
kuğular gölde yüzerken çocuklar model bot'larını suda yüzdürüyorlardı.
Genç asıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol
kola dolaşıyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin
silueti görünebiliyordu.
Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken,
odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem
manzarayı hayalinde canlandırırdı.
Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir
şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duyamasa bile
hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.

Günler ve haftalar geçti.
Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere
kenarında yatan hastanın cansız bedeninizle karsılaştı: uykusunda,
huzur içinde ölmüştü.

Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dışarı taşımaları için çağırdı.
Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diger hasta pencerenin
kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olamayacağını sordu.
Hemşire Memnuniyetle isteğini yerine getirdi, hastanın rahat
olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.
Yavaşça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki
dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam.
Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yasayabilecekti.
Pencereden dışarı bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini.
Pencere, bos bir duvara bakıyordu.
Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen
Harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu.
Hemşirenin cevabi, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki
duvarı görmediğiydi.
'Sanırım seni cesaretlendirmek istedi' dedi.

Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir,
Kendi durumunuz ne olursa olsun.
Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan mutluluklar

ise iki kati artar.
Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız,
sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi paylaşın.


1 Mayıs 2009 Cuma

MİLLİE'NİN ANNESİNİN KIRMIZI ELBİSESİ......

Tavuk Suyuna çorba/2. Porsiyon adlı kitaptan
bir Carol Lynn Pearson öyküsü

Kırmızı elbisesi gardrobunda asılıydı,
Annem ölürken,
O tüm yaşamı boyunca giydiği,
Dizi dizi koyu renkli, eski elbiselerin yanında
Adeta sırıtıyordu.
Beni çağırmışlardı
Ve annemi gördüğüm anda
Çok fazla ömrünün kalmadığını anlamıştım.
Kırmızı elbiseyi görünce ,ona
"Anneciğim, ne kadar güzel bir elbise bu böyle!" dedim.
"Hiç üzerinde görmemiştim"
"Hiç giymedim ki " dedi usulca.

"Otur yanıma Millie,
Eğer ölmeden önce başarabilirsem
Sana bir ders vermek istiyorum."
Yatağın kenarına ilişiverdim.
Annem derin bir soluk aldı,
Hiç tahmin edemeyeceğim kadar derin bir soluk.
"Çok fazla vaktim kalmadı ama,
Artık bazı şeyleri görebiliyorum,
Size hep iyi şeyler öğrettiğime inanırken,çok yanlış şeyler
öğrettiğimi farkettim."
"O nasıl söz öyle anneciğim ?"
"Öyle,her zaman , iyi bir kadının
Asla önce kendisini düşünmemesi gerektiğine inandım,
Hep başkalarını düşünmeliydim kendimden önce.
Onun, bunun, her zaman
Herkesin isteklerini yerine getirmeliydim,
Benim isteklerimse, başkalarının isteklerinin altında
ezilip kaldı hep.
Belki günün birinde benim isteklerim de gerçekleşirdi.
Ama o gün hiç gelmedi.
Tüm yaşamım böyle geçti, fedakarlıklarla.
Baban için, erkek kardeşlerin ve kız kardeşlerin için, senin için yaptığım
fedakarlıklarla."
"Evet , anneciğim, bir annenin yapabileceği her şeyi yaptın.
"Ah, Millie ah, ne senin için,
Ne de onlar için yaptıklarımın bir yararı olmadı.
Anlamıyor musun?
Sizlere hataların en kötüsünü yaptım.
Kendim için hiçbir zaman hiçbir şey istemedim.!"
"Baban şimdi yan odada,
Öfkeyle duvarlara bakıyor.
Doktor ona öleceğimi söyleyince,
Yanıma geldi ve ölmeden önce öldürdü beni.
"Ölemezsin, beni işitiyor musun?
Bana ne olacak sen ölünce?."....
Evet, çok zor olacak , biliyorum.
Mutfakta tavanın bile nerede olduğunu bilmez , biliyorsun."
"Ve sizler, çocuklarım,
Her zaman, hepinize koştum.
Haftanın yedi günü
Evde ilk uyanan, son yatan hep ben oldum.
Yanık ekmekleri ve en küçük çöreği hep ben yedim."
"Şimdi erkek kardeşlerinin
Eşlerine nasıl davrandıklarını görüyorum
Ve hasta oluyorum, çünkü onlara
Eşlerine böyle davranmayı ben öğrettim.
Onlar da iyi öğrendiler.
Bir kadının verici olmaktan öte bir görevinin olmadığını,
Hatta bir kadının verici olmazsa, var olmadığını öğrendiler.
Biriktirdiğim her kuruşu,
Giysilerinize, kitaplarınıza harcadım,
Çoğu zaman gereksiz bile olsa.
Yaşamımda bir kez bile , alışverişe çıkıp,
Kendime güzel bir şey satın almadım.
"Sadece geçen yıl, gördüğün o kırmızı elbiseyi aldım.
Sakladığım bir yirmi dolarım vardı.
Tam çamaşır makinesini tamir ettiririm o parayla derken,
Eve o koskoca paketle döndüm o gün.
Baban çok üzdü, yıktı o gün beni.
"Böyle bir elbiseyi nereye giyeceksin ki?
Operaya mı gideceksin yoksa?
Sanırım haklıydı. O elbiseyi hiç giymedim,
Mağazada denemek için giymekten başka.
"Ah Millie, eğer bu dünyada kendini düşünmezsen,
Öbür dünyada mutlu olunur sanırdım.
Ama artık inanmıyorum buna.
Bence Tanrı, isteklerimizi bu dünyada
Ve şimdi gerçekleştirmemeizi istiyor bizden.
"Millie, şimdi bir mucize olsa
Ve bu yataktan kalkabilsem,annen çok farklı bir insan olurdu.
Ama ben sıramı böyle savdım.
Belki zor olurdu öğrenmem,
Ama öğrenirdim Millie, ÖĞRENİRDİM!"

Kırmızı elbisesi gardrobunda asılıydı,
Annem ölürken,
O tüm yaşamı boyunca giydiği,
Dizi dizi koyu renkli, eski elbiselerinin yanında
Adeta sırıtıyordu.
Annemin bana son sözleri şunlar oldu;
"Millie, benim yolumdan gitme
Ve beni gururlandır.
Söz ver bana."

Anneme söz verdim.
Annemse sırasını savdı
Ve son nefesini verdi.

Buna benzer pek çok şey okumuşuzdur. Hemen hepsi de yaşamı ertelemememiz gerektiğini ve her günü yaşamın son günü gibi yaşarsak, yaşama anlam katacağımızdan söz eder. Ben bunu okurken çok sevdiğim bir dostumu hatırladım. Yirmi yıllık evliliğini ihanet nedeni ile bitirme noktasındayken yanındaydım ve ağlıyordu. "Biliyor musun?" dedi, "Ben niye ağlıyorum?"
"Yirmi yıldır hemen hergün pilav yaptım, evdekiler seviyor diye.Kimi gün şehriyeli, kimi gün domatesli, kimi gün bulgur. Bir tek gün bile sade pilav pişirmedim. Oysa benim en sevdiğim sade pilavdı".........

Ömür dediğin bir gündür
O da bugündür.
Can YÜCEL