29 Kasım 2009 Pazar

AÇIN ELLERİNİZİ.....

Uzunca bir aradan sonra, posta kutuma gelen ve ne yazık ki yazarı belli olmayan bir yazıyı paylaşmak istedim. Acısız kansız, feda edebildiklerimizin bayramı olsun. Bayram tadında günler dileğiyle....
-Alıntıdır:

Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir
Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir
yiyecek konur.. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı
büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının
kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek
elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu
yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama,
kaçamaz. Aslında bu maymunun tutsak eden hiçbir şey yoktur onu sadece, Onun
kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini
açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu
tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve
zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken elimizi açıp
benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür
olmaktır !!!


Ben, maymuna benzer yanımız olarak sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin
bizim için birer tuzak olduğunu fark etmiyor oluşumuz olduğunu düşünüyorum:

-Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep
telefonlarına sahip olmak,

-Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20-30 kat büyük
evlere sahip olmak,

-Belki bir kez giydikten sonra çok uzun süre dolabımızın bir köşesinde
unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,

-Okumadığımız kitaplara sahip olmak,

-Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip
olmak,

-Bize günde 35 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol
saatlerine sahip olmak,

-Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak, tabiri
caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakin bir yazlık,
bir dinlence evine sahip olmak,

-Faizi, getirisi zarara uğramasın diye kıyıp harcanamasa bile bol sıfırlı
bir banka defterine sahip olmak,

-Dünyalarına ve güzelliklerine katılamadığımız, asla yeterli vakit
ayıramadığımız başarılı ve diğerlerininkinden daha güzel çocuklara sahip
olmak,

-Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takimi
taraftarlığına sahip olmak,

-Sağlığımıza, düzenimize, beynimize korkunç zararlar verse bile envai çeşit
içkilerin bulunduğu gösterişli, dekoratif bir mini bara sahip olmak,

-Oturmadığımız koltuk takımları,

-İzlemediğimiz dev ekran televizyonlar,

Kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha neler nelere sahip olmak... Ya da
sahip olduğumuzu sanmak...

O maymun gibi avucumuzda tuttuğunuz surece (faydalanamasak bile) sahip
olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale
gelmeyecek miyiz?


Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz.

Ah bunu bir anlayabilsek...

9 Eylül 2009 Çarşamba

İYİ Kİ DOĞDUN GÜLYÜZLÜM... İYİ Kİ VARSIN PUFURCUĞUM...

Canım,
Harika bir yaşa giriyorsun bu gün...
Harika geçsin her günün...
Beklediğin "her şey" gelsin...
Sağlığın, bolluğun, şansın daim olsun...
Artsın eksilmesin,
Taşsın dökülmesin,
Güzel yüzün hep gülsün...
Sevdiğin hayırlısıyla gelsin evine...
AŞK OLSUN, AŞKLA DOLSUN YUVAN
Bir de ben yanında olayım, yakınlarında olayım....

İYİ Kİ DOĞDUN...
iYİ Kİ VARSIN...
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN CANIM YAVRUM...

5 Eylül 2009 Cumartesi

AYDINLANMA SAVAŞI / JED MCKENNA

"Okyanustan bir kavanoz su alın ve üstüne bir kapak örtün,dedim. "Onun ayrık halini inceleyin. O kavanozda okyanusu görebilir misiniz? Dalgaları ve akımları görebilir misiniz? Suyu okyanusa geri döktüğünüzde, bütünleşmiş haline geri döner. Geçici varlık kaybolur."
"Varlık mı?" diye sordu Ronald.
"Onu kavanoza alarak yeni bir varlık yaratmış olursunuz, bir alt-okyanus. Elbette sonsuzluğu bölmek mümkün değildir ama gelin de bunu yeni oluşturduğunuz varlığa anlatın. Bu varlık onu içinden aldığınız okyanusun bütün niteliklerine sahiptir ( tıpkı alabileceğiniz her örnek gibi) ama okyanuskenki haline pek benzemez. Bağımsız bir varlığı vardır ama onu geri döktüğünüz anda kusursuz bir biçimde bütünleşmiş haline geri döner. Geri döktüğünüz zaman alt-okyanus varlığı nereye gider? Eskiden olduğu yere; her yere ve hiçbir yere. Siz onu kavanoza almadan önce yoktu ama onu siz yaratmadınız. Siz onu geri döktükten sonra varlığı sona erdi ama onu siz yok etmediniz. Öyleyse siz onu kavanoza alıp ayırdığınızda doğan neydi? onu yeniden bütünlüğüne kavuşturduğunuzda ölen neydi?
Zaman algımız bazı şeylerin kalıcı, bazı şeylerin geçici olduğunu düşünmemize yol açar; oysa bu dinamik varoluş okyanusunda her şey devamlı hayat bulup yok olmaktadır, tıpkı kavanozdaki su gibi, tıpkı aklınıza gelebilecek her şey gibi- bir sinek, bir dağ, bir gezegen, bie insan- her şey akışkandır, her şey meydana gelir ve yok olur. Bir kıvılcım bir saniye içinde doğup ölürken, güneş sonsuza dek varolacakmış gibidir ama zaman algımız belirli bir yönde değişseydi, o kıvılcım da güneş gibi sonsuza dek varolacakmış gibi gelebilirdi. Diğer yönde değişseydi, güneşin de kıvılcım gibi bir anda varolup yok olduğunu görebilirdiniz. Hangisi doğru? İkisi de mi? Hiçbiri mi? Aynı şeyi uzam algısı için de söyleyebiliriz. Bir yönden baktığınızda güneş kıvılcım büyüklüğündedir, diğer yönden baktığınızda kıvılcım tüm evreni dolduracak kadar büyüktür.
Ben bundan yüz yıl önce burada değildim ve bundan yüz yıl sonra burada olmayacağım, hayattan geçip gidiyorum. Bir kavanoza alındım ve çok yakında okyanusa geri döküleceğim, öyleyse benim gerçeğim ne?
..........................................................................
Egoistçe taleplerde bulunmaktan vazgeçip, parçası olduğun bu evrende rahatlayabilirsin; güven, teslim ol, serbest bırak. Sen duymasan da devamlı tik-tak eden bir saat var ve sen kaç tik-takın kaldığını bilmiyorsun. Kulak kabart. Oyun oynanıyor, sen oynasan da, oynamasan da"




Tatilde elimden bırakamadığım kitaptan bir küçük pasaj aldım. Keyifli aylar, keyifli oyunlar olsun. Mutlu bir Eylül ayı geçirmemiz dileğiyle....

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Çöp Kamyonu Kanunu...


Bugün kızımın evindeyim. Dün gece ona konuk geldim ve pazartesiye kadar onda olacağım. o benim en iyi dostlarımdan biridir. Kitap okuruz, film izleriz, sohbet ederiz ve birlikte çok eğleniriz. Yarın gece de radyo yayınına konuk olacağım inşallah. Biz onun klimalı kutup odasında oturmuş sohbet ediyorken telefon çaldı. Kızım açtı ve konuşmaya başladı. Arayan kişi benim bir arkadaşımmış meğer ama onunla konuşmak için aramış. Ama sürekli o konuşuyor ve benim duyduğum sesler, kızımdan gelen hı-hıı...eveeet...hı-hıııı sesleri... Allah Allaaah ne oluyor diye merak ettim  ve orada olduğumu öğrenince o da benimle konuşmak istedi.  Arkadaşım , son zamanlarda ona gelen ve ona sürekli mızmızlanan insanlardan yakındı belki onbeş dakika kadar mütemadiyen anlattı, anlattı ve şu sözlerle bitirdi yakınmalarını;

-"Ama Bilge'ciğim bu insanların anlattıkları insanları ben tanımıyorum bile..!!!"

Bir daha Allah Allaah yani senin anlattıklarını da ben tanımıyorum ki arkadaşım diyemedim bile... hızını aldı ve kapattı. Biz kızımla birbirmize bakıp başladık gülmeye... ve aklıma son zamanlarda okuduğum bir ileti geldi. Kızımla paylaştık ve bloguma almanın çok uygun olacağını düşündük. Günün anlam ve ehemmiyeti üzerine...

Sn. Sedat Kumova'nın iletisidir.

"Bir gün bir taksiye atladım ve havaalanından hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu. 

Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı. 
Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Ve gerçekten çok arkadaşçaydı. 

Sordum:

-'Neden bunu yaptığınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti.' 

Taksi şoförü bana, simdi 'Çöp Kamyonu Kanunu' dediğim şeyi öğretti. 

Şoför -pek çok insanin çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı. Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler. Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın. 

İşin ana fikri şu ki, başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler. Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla 'size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin.' 

Hayat %10 onunla ne yaptığınız, %90 onu nasıl alıp karşıladığınızdır. 

19 Temmuz 2009 Pazar


Şimdilerde İzmir'li olan sevgili pembiş kızım bulduğu nefis bir yaşam öyküsünü tarzıma uygun olduğunu düşünerek benimle paylaştı ve bayıldığım bu güzel yaşanmışlığı bloguma aldım. Sevmek, paylaşmak, yardımlaşmak üzerine... insan olmanın erdemleri üzerine ... dünyamızın daha yaşanılabilir olması üzerine....
Pretty'e sevgilerimle.....

Geçen yuzyilin sonunda Baltimore'lu bir delikanli kendine yepyeni bir yasam kurmak uzere New York'a gidiyordu. Yaşlı bir aile dostu ona:

-" Yasamini kazanmak icin ne yapacaksin." diye sordu.
-" Ben her isi yapabilen kisilerden degilim. Sabun ve mum yapmaktan baska bir sey gelmez elimden." diye yanıt verdi.

Yasli adam ona bir ögütte bulundu:
-" Iyi calismak kosuluyla başarılı olabilirsin." dedi ve gencin elini
sıkarken ekledi:
-" Tanri ile ortakmissin gibi çalış ve kazancinin onda birini onun payı
olarak ayir. Göreceksin, o zaman işin her zaman iyi gidecek." dedi.

Genc adam, kisa bir sure sonra Manhattan Sabun Fabrika'nin yoneticisi oldu. Iki yil sonra da, kendi işini kurdu. Adamin öğüdünü hicbir zaman unutmamıstı. Kazanının onda birini ayiriyor, yardim kuruluslarina bağıslıyordu. Işini giderek gelistirdikce kazancinin onda birlik payini, onda ikiye yukseltti. Daha sonra karının yarısını bu iş icin ayirdi. Genc adamin basarisi, iylikseverligi oraninda artiyordu.

Sabun ureticisi "genc adam", sabun krali olarak taninabilecek düzeye
geldikten bir sure sonra öldü. Fakat onun işindeki "giz" , önce öykü olarak, daha sonralari ise, bir
anı olarak uzun yillar canlı kaldı. İhtiyar bir dostun öğüdüne uyarak, işine Tanri'yla ortak olan bu adamın adı, William Colgate'ti.

Amerikan Yardimseverler Derneği'nin başkanligini da yapan Colgate'in ünü ve hikayesi bugun; dünya capinda bir sabun ve dis macunu firmasindan baska, Amerika'nin onde gelen universitelerinden birinde, Colgate Universitesi'nde de devam etmektedir..

18 Temmuz 2009 Cumartesi

28 Haziran 2009 Pazar

Ben onun kim olduğunu biliyorum...

Yaşamlarımızda önceliklerimiz zaman zaman değişir. Bir zamanlar bizim için çook önemli şeyler, gün gelir yerini başka şeylere bırakır. Bir zamanlar bizim için vazgeçilmez insanlar gün gelir hayatımızdan çıkarlar, ya da çıkartılırlar. Onların kim olduklarını unutmayız elbet ama öncelik sırası değişmiştir. Yaşamdaki en önemli vasıflarımızdan birisi insan oluşumuzdur. İnsan olduğumuzu, kim olduğumuzu hiç unutmamız gerekir. İnsan olmakla,aşkla,vefa ile ilgili çok güzel bir öyküyü paylaşmak istedim;
Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış; "acelesi olduğunu, röntgen istemediğini" söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
-"Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş.

-"Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz" deyince.

Yaşlı adam üzgün bir ifade ile

-"Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor" demiş.
Hemşireler hayretle

-"Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sormuşlar.

Adam buruk bir sesle

-"Ama ben onun kim olduğunu biliyorum" demiş.


23 Haziran 2009 Salı

Hepimizin bir öyküsü var...

Dünyaca ünlü Basketbolcu Hidayet TÜRKOĞLU eşiyle birlikte, Eminönü'nde geziyordu. Önce akvaryumcuları dolaştılar, Kapalıçarsı, Nuriosmaniye, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapi Sarayı, Gülhane Parkı ..derken, Yeni Caminin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı. Basketbolcu birden durakladı ...Sonra simitçiye yaklastı :
- Simit' in kaça koç ?
- 750 kuruş abi. Çıtır çıtır ...
- Tezgahta kaç simit var ?
- 70 - 80 tane var herhalde ...
- Hepsini alsam ne tutar ?
- Seksen desek 60 TL .
- Al sana 60 TL ...
- Farzet ki hepsini aldim...
- Sağol abi ... sağol ...
Basketbolcu bir ellilik bir onluk çıkartıp simitçinin önune bıraktı. Eşi şaşkındı. Üçbeş adım yürümüşlerdi ki eşine yaklaşıp fısıldadı.
- Hidayet sen deli misin ?
- Yooo
- Peki yemedigimiz simitlerin parasini niye verdin ?
- Bosver sorma.
- Diyelim ki soruyorum. Hem de ısrarla soruyorum.
- Oyleyse söyleyeyim.
- Lütfedersiniz beyefendi.
- Tablanın kenarı dikkatini çektimi ?
- Hayır.
- Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazınmıştı.
- Nasıl bir isim ?
- Hidayet !
- Yoksa ?
- Evet o tezgah, eskiden benimdi.


Bu hikayeyi Hidayet tv 8 de katıldığı bir programda kendisi anlatmıştır ...

21 Haziran 2009 Pazar

AŞKIN PLAKA HALİ....



Kızılderililer derler ki; " aşk ve duman saklanamaz". Ne kadar doğru değil mi? İşte aşık bir insan ve bunun saklanamaz hali.. herkes bilsin hali...paylaşma hali... aşkın çoklu halleri....

Araba kimindi bilmiyorum, resimleme ve yayınlama isteğim aşka saygımdandır....

AŞK OLSUN DÜNYADA,
AŞK OLSUN YÜREKLERDE,
AŞK OLSUN HERYERDE....

19 Haziran 2009 Cuma

Veziri Feda Edin

HONORE DAUMİER Satranç Oynayanlar tablosu



Yaklaşık 2 haftadır İzmir'deyim. İnsan bir başkasının bilgisayarında blog yazısı yazmakta zorlanıyor. Bu kişi canı,kardeşi bile olsa, bilgisayarda herşeyi yapıyor ama yazı yazmaya gelince iş, bir tutukluk hali, bir rahatsızlık.. belki de bana özgü bir şey bilemedim. Ama şeytanın bacağını bu gece kırıyor ve Robert Fulghum'un yazdığı güzel bir yazıyı bloguma alıyorum. Yazı ; feda etmek ile ilgili. Hani bir söz vardır "Bazen tüm savaşı kazanmak için,küçük çarpışmalar kaybedilebilir" Evet, işte o yazı;

Yaşamın kimsenin bilmediği bölümünde birtakım mihenk taşları var. Oradaki düşüncelere gerçeklere ve kavramlara zaman zaman yeniden başvururum; tıpkı bir yolculuğa çıktığımda haritaya baktığım gibi . Bu hazineler arasında bir de satranç dünyasından ilginç bir öykü yer alır Uluslararası bir yarışmada Frank Marshall satranç tahtası üzerinde o güne kadar gelmiş geçmiş en güzel hamlelerden birini yapmıştı. Usta bir Rus oyuncu ile yaptığı kritik bir karşılaşmada Marshall’ın veziri ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştı . Birkaç kaçış yolu vardı ve vezir en önemli oyunculardan biri olduğu için izleyiciler Marshall’ın geleneksel aklın yolundan gideceğini ve vezirini güvenli bir kareye çekeceğini düşünmüşlerdi Marshall derin bir düşünceye daldı oyun kurallarının kendisine tanıdığı düşünme süresini sonuna kadar kullandı .Vezirini kaldırdı bir an durdu ve götürüp en olmayacak kareye koydu . Marshall vezirini feda etmiş ancak en umutsuz durumlarda yapılabilecek bir hareket yapmıştı oysa onun koşullarında bu düşünülemeyecek bir hamleydi.
Sonra Rus oyuncu da izleyiciler de Marshall’ın aslında çok akıllıca bir hamle yaptığını anlamışlardı . Evet rakibi şimdi vezirini alacaktı ama çok kısa sürede de oyunu kaybedecekti. Kaçınılmaz yenilgiyi gören Rus oyuncu oyunu verdi , Marshall vezirini feda ederek görülmemiş ve gözüpek bir şekilde zafere ulaşmıştı .Benim için Marshall’ın oyunu kazanmış olması önemli değildi . Hatta veziri feda ettiği hamlesini yapmasının da önemi yoktu . Bana göre önemli olan Marshall’ın standart düşünce yolunu yeterince uzun bir süre ile askıya almış olması ve bu süre içinde böyle bir hamlenin olasılığından bile keyif duymuş olmasıydı. Oyunun geleneksel ve kalıplaşmış modellerinin dışına bakmış yalnız ve yalnız kendi değerlendirmesine dayanarak hayali bir riski hesaba katabilmişti . Oyunun sonucu ne olursa olsun kazanan kesinlikle Marshall’dı.
Benim yaşamımın kullanma talimatında şöyle bir cümle yer alır: “Veziri feda etme zamanının gelip gelmediğine bakınız” Bu kavram hiç beklenmedik anlarda karşıma çıkıverir. Hani çocuklar için kutu içinde çeşitli büyüklük ve şekillerde tahta parçalardan oluşan bir oyuncak vardır . Bundan birkaç yıl önce Seattle’daki Lakeside School’da sanat dersleri verirken bir dönem başında bu oyuncakları kullanarak bir sınav yaptım. Öğrencilerimin yaratıcılığı hakkında bilgi edinmek istiyordum. Bir Pazartesi sabahı her öğrencinin önüne bu oyuncaklardan bir kutu koydum ve kısa belirsiz bir cümle ile ödevlerini verdim: “Bu oyuncaklarla bir şey yapın . Bugün için 45 dakikanız hafta boyunca diğer günlerin her birinde de 45 dakikanız var” Birkaç öğrenci başlangıçta herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu iş onlara önemsiz görünmüştü . Sınıfın geri kalanının ne yapacağını görmek için beklediler . Birkaçı kullanma talimatını okudu ve kutunun içinde verilen örnek modellerden birine göre bir şeyler yaptı . Bir başka grup kendi hayal güçleri ile ortaya bir şeyler çıkardı . Bu deneyi kaç kez yapsam en az bir öğrencinin çıkıp verdiğim takımın sınırlarından kendisini kurtararak sınıfta oraya buraya dağılmış kalemleri ataşları ipleri defter kağıtlarını ve bulduğu diğer her türlü malzemeyi de kullanmasını beklerim . O gün de sınıfta böyle bir öğrencinin var olduğunu gördüm ve çok sevindim . İşte olağanüstü yaratıcı bir beyin iş başındaydı. Ondan öğreneceğim bir şey vardı. Onun varlığı sınıfta bana yardımcı olacak ve yaratıcılığını diğer öğrencilere de bulaştıracak hiç beklemediğim bir asistanım olduğu anlamına geliyordu. Onun ve ona benzeyen diğer öğrencilerimin hep “vezirlerini feda ettiklerini” düşündüm. Bazen alışılmışın dışına çıkmayı düşünmek gerekir. Bunun için öğrenci olmak ya da satranç oynamak gerekmez .

Ne zaman yaşam size bir kutu oyuncak sunup bir şeyler yapmanızı istediğinde vezirinizi feda etmeyi de seçeneklerinizin içinde düşünün.

Robert Fulghum

7 Haziran 2009 Pazar

TAŞIN ÖYKÜSÜ


Genç bir Yönetici, yeni Jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir
mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan
bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına
vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama
aracı durana kadar geçen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine,
yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca
frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti.
Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu
kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine
sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu : Sen ne yaptığını sanıyorsun
serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir
araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya
bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu ?
"Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi. "Lütfen, amca, lütfen
kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı
attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı. Çocuk,
gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek park etmiş bir
aracın arkasına işaret etti. "abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve
tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum."
Çocuğun şimdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama
sordu : "Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım
edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.
Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden
yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp
tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini
çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları
dikkatlice silmeye çalıştı.
Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin
tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından
bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol
ona çok uzun geldi.
Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür
şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi,
şu mesajı hiç unutmamak için sakladı :
Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için
birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme.
Yaratıcı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek
için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır.
Fısıltıyı dinle... veya taşı bekle.
Seçim senin.



HİÇ BÖYLE GÜZEL BİR ÇİRKİN GÖRDÜNÜZ MÜ???

4 Haziran 2009 Perşembe

"BLOWİN' İN THE WİND" ... CEVABI RÜZGARDA SAKLI.....

Foto by Gülhan KARAYİĞİTOĞLU



Yıl 1962 , Tüm dünyada barış olması dileğinde bulunan duyarlı sanatçı BOB DYLAN, Vietnam'da savaşa karışan, belki de savaşı kışkırtan kendi ülkesini protesto etmek ve bazı insani değerleri hatırlatmak için bir şarkı yaptı. Tüm dünyada barış isteği bir ütopya belkide ama bu şarkı tüm barış yanlılarına ithaf edilmiştir. Savaşların, terörün,silah satışlarının nedenlerini biraz fikri olan herkes biliyor ama çıkarlar söz konusu olduğundan duyarlı insanlar, sanatçılar yalnızca sanatlarıyla, fikirleriyle , ürettikleri ile bir ortak sinerji yaratıyorlar. Savaşları çıkaranlar, terörü destekleyenler ölüp gittiğinde herkes onları lanetle anarken, sanatçılar eserleri ve bıraktıklarıyla ölümsüzlük mertebesine oturuyorlar.

İşte o şarkının sözleri:


Daha ne kadar yol gitmeli ki bir insan,
ona adam denilebilsin?
Daha ne kadar denizlere yelken açmalı beyaz bir güvercin ,
gün gelip kumda yatabilsin?
Daha ne kadar uçuşmalı ki mermiler,
sonsuza dek yasaklanabilsin?
Yanıtı dostum esen yelde,
esen yelde yanıtı......


Daha kaç yıl var olmalı ki bir dağ,
eriyip denize kavuşsun?
Daha kaç yıl varolmalı ki bazı insanlar,
bir gün özgür kalabilsin?
Daha kaç kez başını çevirebilir ki bir insan,
görmezden gelebilmek için?
Yanıtı dostum esen yelde,
esen yelde yanıtı..........


Daha kaç kez yukarı bakmalı ki bir insan,
gökyüzünü görebilsin?
Kaç kulağı olmalı ki adamın,
ağlayan insanları duyabilsin?
Daha ne kadar insan ölmeli ki,
bu kadarı da fazla densin?
Yanıtı dostum esen yelde,
esen telde yanıtı......

1 Haziran 2009 Pazartesi

MUTLU BİR AY GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE.....


DEĞNEKTEN AT

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler. Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken,
çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, 'Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?' der. Baba; 'Ben de yorgunum oğlum'' der demez çocuk ağlamaya başlar. Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser. Dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir. 'Al oğlum, sana güzel bir at' der. Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar. Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...

Baba gülerek kızına: 'İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten
bir at bul ve neşe ile yoluna devam et. Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir yada bir çocuğun tebessümü olabilir.'

Değnekten atınız hiç eksik olmasın


28 Mayıs 2009 Perşembe

ANGUTUN SADAKATİ.......

Geçenlerde gelen bir maili çok sevdim ve virgülüne dokunmadan alıyorum bloguma....

"Herkesin haksız bir şekilde kullandığı bir ifadedir 'Angut'. Biri laftan anlamayınca, boş boş bakınca ya da aptallık edince hemen 'Angut musun?' der günümüzün insanı. Angut'un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen bir sürü insan var ülkemizde.

Özelliği nedir bilir misiniz? Angut kuşunun eşi öldüğü zaman yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun başucunda bekler.

İşte bu canlının yaptığı en büyük 'Angut'luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir. Dişi olsun erkek olsun bütün Angut kuşlarının
Çok ürkek bir hayvan olmasına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elinizi uzatsanız dahi oradan kaçmaz.

Hani derler ya 'Angut gibi bakmasana' diye... Keşke herkes Angut gibi bakabilse değer verdiklerine. Bundan sonra bazılarına 'Angut' demeden önce bir kere daha düşünün. Bir "Angut" bile olamayan o kadar çok insan var ki artık günümüzde...
"
.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ADANMIŞ BİR YAŞAMA SAYGILARIMLA " TÜRKAN SAYLAN"


Daha önce yazdığım bir yazıyı tekrar alıyorum bloguma, onun aziz hatırasına saygılarımla....

İnternet arama motorlarında aradığımızda hakkında yüzlerce haber, bilgi bulabileceğimiz bir bilim insanı Türkan Saylan.
Adının başında profesör doktor ünvanı var ama o pek çok profesörden çok farklı bir yaşam yolu seçmiş kendisine. Yaşam amacı EĞİTİM. Diyor ki;
"Türkiye'de terörün önlenmesi, açlığın, sefaletin, işsizliğin giderilmesi konusunda kız çocuklarının eğitiminin yüzde yüz katkısı olacaktır."
Gencecik bir doktor olma yolundayken staj için gittiği hastanede cüzzamlı insanların tedavileri için hiçbir şey yapılmadığını,tecrit edilmelerini görüp kahrolmuş ve doktor çıkar çıkmaz bu konuda paçalarını sıvayıp, köy köy gezerek yaptığı taramalar, tespitler ve tedavilerle 10 yıl içinde ülkedeki cüzzam hastalığına dur demiş ve bunu başarmış bir bilim insanı. Ve bu nedenle kendisine uluslararası Gandhi ödülü verilmiş.
Yaşamına baktığımızda yüzlerce ödülü var ama bu ödüller onun için cebindeki mendiller gibi.
o habire didinerek okutulmayan kız çocuklarını okutabilmek için çabalıyor. Burslar veriyor, yurtlar, okullar açıyor, çalışıyor, çabalıyor ve her okutabildiği kız çocuğundan haber aldığında mutlu oluyor. Şu ana kadar 36.000 kız çocuğu onun ve kurucusu olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Vakfının sayesinde eğitim olanağına kavuştu. Bu rakam bir ülke için küçük görünebilir ama bir kişinin çabalarıyla yapılmış ise çok büyük bir rakamdır. Ve o kızların aileleriyle, çevreleriyle, hayata atıldıklarında yapacaklarıyla katlanarak büyüyecektir.
Son olarak Vehbi Koç Vakfı Ödülü olan 100.000 Doları, aldığı gün eğitim vakfına aktarmış ve okutabileceği kız çocukları düşüncesi onu daha da mutlu etmiştir.
Yakalandığı kanser hastalığının vücudunda yayılması bile umurunda değildir. Bu konuda yaptığı bir söyleşide "Daha ölemem, yapacak çok işim var" diyebilmiş bir insandır.
Doktorluğunun önünde gelen vasıfları insanlığı, vicdanı, yurtseverliğidir. O bir anne sevgisiyle vatanın evlatlarını kollayan, kucaklayan, okutan, eğiten, adam olmaları için uğraşan özel bir varlıktır.
O bu vatanın en kutsal annelerinden birisidir. O bu vatanın kutsal değerlerini evlatlarına aktarabilen gerçek bir vatansever, laik, cumhuriyetçi bilim insanıdır.
Kendisine tüm kalbimle sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.....

16 Mayıs 2009 Cumartesi

DAHA DÜN GİBİ....

Koştura koştura iş yaparken aynaya takıldı gözlerim, aynadan bana bakan kadın kimdi? Ben, kendim dediğim ben kaç yaşındaki halimdi? Aynadaki aksimle, içindeki ben arasında kaç yaş fark vardı. İçimdeki benin yaşı yok..aynadaki ben, yani bana bakan insanların gördüğü ben olgun yaşta bir kadın... o kadın bir dolu şey yaşamış... Okumuş, çalışmış, evlenmiş, çocuğu olmuş, ayrılmış, emekli olmuş, çocuğu büyümüş...ama içimdeki ben tüm bunları bir filmin kareleri gibi gülümseyerek hatırlıyor. Kare-kare, an-an...., kısa kısa... Yirmi üç yıl çalışan o kadın, bense şimdi onun parasını yiyorum.. Şu fotoğraf sanki dün çekilmiş gibi, sanki kızım , kedisi Pamukla oyun oynuyor..oysa bu anın üzerinden neredeyse yirmibeş yıl geçmiş... nereye birikmiş bu geçenler...nereye gitmiş bu yaşananlar?
Rahmetli anneanneciğim, kendi apartmanlarında oturan saçı sakalı ağarmış bir komşusundan bahsederken amca diye hitabettiğinde çok gülerdik, anneannem seksenlerindeydi o amca ise ancak altmış yaşlarında...Televizyonda Sinan Çetin'i gördüğünde de benim ihtiyar çıktı derdi, biz yine kendimizi tutamaz gülerdik. Oysa anneannemin içindeki "Benin" de yaşı yoktu ki... Artık onun hissettiklerini çok daha iyi anlıyorum. Ya da sokaklarda yaşlanmış, buruşmuş ama kırmızı rujunu sürmüş,canlı renkli kıyafetleri ile gezen bana yaşlı görünen insanları...Demek ki anlamak için yaşamak gerekiyor, tecrübe böyle bir şey... Demek ki kaç yaşında olursa olsun insanlar öte aleme gideceğini anladığında daha yaşamak istiyor,eee daha hiç bir şey yaşamamış ki... o yaşadıkları mı? Anlar...yalnızca anlar...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

KİM VAHŞİ???


Kaliforniya'daki bir hayvanat bahçesinde anne kaplan, çok ender olan üçüz kaplan yavruları doğurmuş. Ne yazık ki, gebeliği sırasındaki sorunlar yüzünden yavrular premature doğmuş ve çok küçük olmaları nedeniyle, yavrular doğumdan hemen sonra ölmüşler.
Anne kaplan doğum sonrası iyileşmiş ancak, fiziksel olarak gayet iyi olmasına rağmen sağlığı bozulmaya başlamış. Veterinerler bebeklerini kaybetmiş olmasının onu depresyona girmesine neden olduğuna karar vermişler ve eğer bir başka anne kaplanın yavrularını onun yanına koydukları taktirde, belki eski sağlığına kavuşabileceğini düşünmüşler.

Ülke çapında diğer tüm hayvanat bahçelerini araştırmışlar ancak yas tutan anneye verebilecekleri aynı
büyüklük ve yaşta yavru kaplan bulamamışlar.
Bunun üzerine veterinerler, bazen bir cinsin başka bir cinsin yavrusuna annelik edebildiği düşüncesiyle hiç denenmemiş bir uygulamayı yapmışlar. Ama bulabildikleri tek yetim yavrular minik domuzcuklarmış. Onlara kaplan derileri giydirerek anne kaplanın yanına koymuşlar.
Merakla beklemişler, acaba anne kaplan onları kabul edecek miydi, yoksa kendisine bir ziyafet mi çekecekti? Sonuçta gördüğümüz fotoğraflar çekilmiş....

Şimdi söyler misiniz....
Bir anne kaplan ile yetim domuzcuklar gayet iyi geçiniyorlar da neden dünya üzerinde yaşayan biz insanlar birbirlerimizle geçinemiyor, din, ırk, renk ve diğer bir sürü aptal-salak nedenler yüzünden birbirlerimizi öldürüyoruz?
Yoksa biz insanlar mı bu "vahşi" dediğimiz hayvanlardan daha acımasız, daha vahşiyiz?



9 Mayıs 2009 Cumartesi

ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN....



Eğitimcilik yaptığım yıllarda verdiğim derslerin içinde Motivasyon dersleri de vardı. Büyük çocuklara dersler veriyordum. Ve herkesin kendisini ifade etmesinin ne denli önemli olduğunu anlatıp, kendilerini ifade etmeleri için yüreklendirmeye çalışıyordum. Hepimiz özde aynıyız ama hepimiz kendimizi ifade etmek için buradayız. İster yazıyla, ister resimle, ister heykelle, ister sözle bir şekilde ifade etmeliyiz ve dünyaya bir fark katmalıyız. Çünkü, bana göre hepimiz Tanrı'nın paletindeki farklı farklı renkleriz...
Deniz yıldızı öyküsü vardır hemen herkesin bildiği...fark yaratmak üzerine yazılmış... Şimdi bir başka öyküyü paylaşmak isterim. Sevginin gücü ve fark yaratmanın önemi üzerine çok güzel bir öykü bu......
Mediha öğretmen okulun ilk gününde beşinci sınıfın önünde dururken, çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkansızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yımaz olan bir erkek çocuk vardı.
Mediha öğretmen bir yıl önce Mustafa'yı izlemişti ve diğer çocuklarla oynamadığını, üstünün başının sürekli yırtık ve kirli olduğunu gözlemlemişti. Ayrıca Mustafa zaman zaman çok tatsız olabiliyordu. Öyle bir nokta geldi ki, öğretmen onun kağıtlarına sürekli kırmızı X ler yapıyor ve F (en düşük derece) notlar veriyordu.
Okulda her çocuğun geçmiş kayıtlarının da incelenmesi gerekiyordu, öğretmen Mustafa'nın kayıtlarını incelerken ve hayatını gözden geçirirken bir sürprizle karşılaştı.
Birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli.
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor ama annesinin ölümcül hastalığından dolayı sıkıntılı, evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor.
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa'nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden geleni yapıyor ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek.
Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı; Mustafa içine kapanık ve okuldaki derlerine fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.
Bunları okuyunca öğretmen problemi kavradı ve çok üzüldü.
Öğrencileri ona güzel, kurdeleli, parlak kağıtlı hediyeler getirdiğinde kendini kötü hissediyordu. Mustafa'nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa'nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Öğretmen, onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu bir parfüm şişesi vardı. Çocukların bazıları gülmeye başlamıştı. Ama öğretmen bileziğin ne kadar güzel olduğunu söylediğinde çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü sürdü. Mustafa o gün okuldan sonra öğretmene şunu söylemek için kaldı;
-"Öğretmenim, bugün aynı annem gibi kokuyorsunuz.."
Çocuklar gittikten sonra öğretmen en az bir saat ağladı. O günden sonra okuma, yazma, matematikle birlikte çocukları eğitmeye de başladı. Mustafa'ya özel ilgi gösterdi. Birlikte çalışırken zihni canlanıyor ve teşvik gördükçe daha hızlı karşılık veriyordu. Böylece yıl sonuna kadar Mustafa sınıftaki en zeki çocuklardan birisi olmuştu. Ve öğretmen tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biriydi.
Bir sene sonra, öğretmen kapısının altında bir not buldu. Mustafa ona hayatında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu. Altı yıl sonra Mustafa'dan bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve hala hayatındaki en iyi öğretmeni olduğunu yazmıştı. Bundan dört yıl sonra, bazı zorluklar olsa da okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında en iyi derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine hayatındaki en iyi ve favori öğretmeni olduğunu söylüyordu. Sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyor ve hala karşılaştığı en iyi öğretmeni olduğunu söylüyordu. Artık ismi daha uzundu. Prof.Dr. Mustafa Yılmaz- Tıp Doktoru diye imzalamıştı mektubu.
Öykü burada bitmiyor. Bir mektup daha var. Mustafa bir kızla tanıştığını, onunla evleneceğini söylüyordu. B abasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyor ve evlenme töreninde öğretmeninin, damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Öğretmen şüphesiz bunu kabul etti ve taşları düşmüş bileziği taktı ve annesinin sürdüğü parfümünden sürdü. Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa kulağına şöyle fısıldadı;
-"Bana inandığınız için teşekkür ederim öğretmenim. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim."
Öğretmeni gözünde yaşlarla şöyle dedi;
-"Yanlış düşüncelere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya kadar, nasıl öğretebileceğimi bilmiyordum çünkü...."
Bugün ANNELER GÜNÜ..
Ben başkalarını yüreklendiren, onların fark yaratmalarına neden olan, içinde şefkat ve merhamet barındıran tüm ademoğullarının ve havva kızlarının bu sevgi dolu gününü kutluyor ve bu yazıyı onlara ithaf ediyorum.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

KÜÇÜCÜK BİR EVİM OLSUN......

D İ L E K
Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bütün bunlar benim öz mal
ım olsa.

Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplar
ım olsa.

Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kad
ın karım olsa!

Nerde, hangi
şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufac
ık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Nerde, hangi
şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplar
ım olsun,
Beni paras
ız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!


CEVDET KUDRET SOLOK

MUTLULUK, PAYLAŞILDIKÇA ARTAR.......

Hepimizin hayatında olduğu gibi benim hayatımda da yaşadıklarını abartıyla anlatan insanlar var. Coşkulu, heyecanlı, düş gücü yüksek insanlardır bunlar. Yaşadıklarını abartıyla anlatmaları bazılarını rahatsız eder ama ben renkli bulurum onları. Ne fark ederki, ha bir roman okumuşum ha böyle bir insanı dinlemişim. Üstelik onlar çok da güzel anlatırlar, eskilerin masalcı dedeleri, nineleri gibi... ve de amaçları daha fazla sevilmek olsa bile girdikleri ortamlarda ağızlarına bakar insanlar. Onlar gelmeden önce sakin,suskun olan ortam birden canlanır, hareketlenir ve mutluluk dolar... İşte böyle birinin öyküsü;

İleri derecede hasta iki adam ayni hastane odasındaydılar.
Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin
veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için.
Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta
ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı.
Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eslerini, ailelerini,
evlerini, islerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri
anlatırlardı birbirlerine.
Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin
verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak
geçiriyordu.
Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki
renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.

Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve
kuğular gölde yüzerken çocuklar model bot'larını suda yüzdürüyorlardı.
Genç asıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol
kola dolaşıyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin
silueti görünebiliyordu.
Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken,
odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem
manzarayı hayalinde canlandırırdı.
Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir
şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duyamasa bile
hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.

Günler ve haftalar geçti.
Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere
kenarında yatan hastanın cansız bedeninizle karsılaştı: uykusunda,
huzur içinde ölmüştü.

Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dışarı taşımaları için çağırdı.
Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diger hasta pencerenin
kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olamayacağını sordu.
Hemşire Memnuniyetle isteğini yerine getirdi, hastanın rahat
olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.
Yavaşça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki
dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam.
Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yasayabilecekti.
Pencereden dışarı bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini.
Pencere, bos bir duvara bakıyordu.
Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen
Harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu.
Hemşirenin cevabi, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki
duvarı görmediğiydi.
'Sanırım seni cesaretlendirmek istedi' dedi.

Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir,
Kendi durumunuz ne olursa olsun.
Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan mutluluklar

ise iki kati artar.
Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız,
sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi paylaşın.


1 Mayıs 2009 Cuma

MİLLİE'NİN ANNESİNİN KIRMIZI ELBİSESİ......

Tavuk Suyuna çorba/2. Porsiyon adlı kitaptan
bir Carol Lynn Pearson öyküsü

Kırmızı elbisesi gardrobunda asılıydı,
Annem ölürken,
O tüm yaşamı boyunca giydiği,
Dizi dizi koyu renkli, eski elbiselerin yanında
Adeta sırıtıyordu.
Beni çağırmışlardı
Ve annemi gördüğüm anda
Çok fazla ömrünün kalmadığını anlamıştım.
Kırmızı elbiseyi görünce ,ona
"Anneciğim, ne kadar güzel bir elbise bu böyle!" dedim.
"Hiç üzerinde görmemiştim"
"Hiç giymedim ki " dedi usulca.

"Otur yanıma Millie,
Eğer ölmeden önce başarabilirsem
Sana bir ders vermek istiyorum."
Yatağın kenarına ilişiverdim.
Annem derin bir soluk aldı,
Hiç tahmin edemeyeceğim kadar derin bir soluk.
"Çok fazla vaktim kalmadı ama,
Artık bazı şeyleri görebiliyorum,
Size hep iyi şeyler öğrettiğime inanırken,çok yanlış şeyler
öğrettiğimi farkettim."
"O nasıl söz öyle anneciğim ?"
"Öyle,her zaman , iyi bir kadının
Asla önce kendisini düşünmemesi gerektiğine inandım,
Hep başkalarını düşünmeliydim kendimden önce.
Onun, bunun, her zaman
Herkesin isteklerini yerine getirmeliydim,
Benim isteklerimse, başkalarının isteklerinin altında
ezilip kaldı hep.
Belki günün birinde benim isteklerim de gerçekleşirdi.
Ama o gün hiç gelmedi.
Tüm yaşamım böyle geçti, fedakarlıklarla.
Baban için, erkek kardeşlerin ve kız kardeşlerin için, senin için yaptığım
fedakarlıklarla."
"Evet , anneciğim, bir annenin yapabileceği her şeyi yaptın.
"Ah, Millie ah, ne senin için,
Ne de onlar için yaptıklarımın bir yararı olmadı.
Anlamıyor musun?
Sizlere hataların en kötüsünü yaptım.
Kendim için hiçbir zaman hiçbir şey istemedim.!"
"Baban şimdi yan odada,
Öfkeyle duvarlara bakıyor.
Doktor ona öleceğimi söyleyince,
Yanıma geldi ve ölmeden önce öldürdü beni.
"Ölemezsin, beni işitiyor musun?
Bana ne olacak sen ölünce?."....
Evet, çok zor olacak , biliyorum.
Mutfakta tavanın bile nerede olduğunu bilmez , biliyorsun."
"Ve sizler, çocuklarım,
Her zaman, hepinize koştum.
Haftanın yedi günü
Evde ilk uyanan, son yatan hep ben oldum.
Yanık ekmekleri ve en küçük çöreği hep ben yedim."
"Şimdi erkek kardeşlerinin
Eşlerine nasıl davrandıklarını görüyorum
Ve hasta oluyorum, çünkü onlara
Eşlerine böyle davranmayı ben öğrettim.
Onlar da iyi öğrendiler.
Bir kadının verici olmaktan öte bir görevinin olmadığını,
Hatta bir kadının verici olmazsa, var olmadığını öğrendiler.
Biriktirdiğim her kuruşu,
Giysilerinize, kitaplarınıza harcadım,
Çoğu zaman gereksiz bile olsa.
Yaşamımda bir kez bile , alışverişe çıkıp,
Kendime güzel bir şey satın almadım.
"Sadece geçen yıl, gördüğün o kırmızı elbiseyi aldım.
Sakladığım bir yirmi dolarım vardı.
Tam çamaşır makinesini tamir ettiririm o parayla derken,
Eve o koskoca paketle döndüm o gün.
Baban çok üzdü, yıktı o gün beni.
"Böyle bir elbiseyi nereye giyeceksin ki?
Operaya mı gideceksin yoksa?
Sanırım haklıydı. O elbiseyi hiç giymedim,
Mağazada denemek için giymekten başka.
"Ah Millie, eğer bu dünyada kendini düşünmezsen,
Öbür dünyada mutlu olunur sanırdım.
Ama artık inanmıyorum buna.
Bence Tanrı, isteklerimizi bu dünyada
Ve şimdi gerçekleştirmemeizi istiyor bizden.
"Millie, şimdi bir mucize olsa
Ve bu yataktan kalkabilsem,annen çok farklı bir insan olurdu.
Ama ben sıramı böyle savdım.
Belki zor olurdu öğrenmem,
Ama öğrenirdim Millie, ÖĞRENİRDİM!"

Kırmızı elbisesi gardrobunda asılıydı,
Annem ölürken,
O tüm yaşamı boyunca giydiği,
Dizi dizi koyu renkli, eski elbiselerinin yanında
Adeta sırıtıyordu.
Annemin bana son sözleri şunlar oldu;
"Millie, benim yolumdan gitme
Ve beni gururlandır.
Söz ver bana."

Anneme söz verdim.
Annemse sırasını savdı
Ve son nefesini verdi.

Buna benzer pek çok şey okumuşuzdur. Hemen hepsi de yaşamı ertelemememiz gerektiğini ve her günü yaşamın son günü gibi yaşarsak, yaşama anlam katacağımızdan söz eder. Ben bunu okurken çok sevdiğim bir dostumu hatırladım. Yirmi yıllık evliliğini ihanet nedeni ile bitirme noktasındayken yanındaydım ve ağlıyordu. "Biliyor musun?" dedi, "Ben niye ağlıyorum?"
"Yirmi yıldır hemen hergün pilav yaptım, evdekiler seviyor diye.Kimi gün şehriyeli, kimi gün domatesli, kimi gün bulgur. Bir tek gün bile sade pilav pişirmedim. Oysa benim en sevdiğim sade pilavdı".........

Ömür dediğin bir gündür
O da bugündür.
Can YÜCEL

29 Nisan 2009 Çarşamba

SAHİP OLDUĞUN TEK ŞEY ÇEKİÇSE, HERŞEYİ ÇİVİ OLARAK GÖRÜRSÜN.....

Hep çok hayret etmişimdir. Birileri ile beraberken (eş, dost, arkadaş, akraba farketmez) bir olay olur ve sonra onu yeni gelen birisine anlatmanız gerekir. Anlatırken aynı olayı yaşamış insanlar hep farklı anlatırlar. Ya da bir film seyretmişsinizdir ve onu anlatırsınız ama her kafadan bir ses çıkar ve farklı farklı anlatılır. Herkes kendi önem verdiği değerler üzerinden anlatır. Algılar, değerler, değer yargıları farklı olduğu için de anlatımlar farklı olur. Konu ile gelen güzel bir öykü;

Bir gün New York'ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri kızılderilidir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin, araçlarının çıkardığı gürültü ve araçların korna sesleri arasında ilerlerken , kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar. Arkadaşları bu gürültüde arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler........

Aralarından bir tanesi inanmasada onunla birlikte aramaya devam eder.

Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.

Arkadaşı Kızılderiliye
- "Senin insanüstü güçlerin var! Bu sesi nasıl duydun ?" diye sorar.

Kızılderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler. Kaldırıma geçerler ve kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar. Bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar kızılderili arkadaşına dönerek;
- "Gördün mü? Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir.
Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin..." der.

28 Nisan 2009 Salı

ÖMÜR DEDİĞİN BİR GÜNDÜR... O DA BUGÜNDÜR....





F A R K E T M E L İ İ N S A N


Bir damlacık Sudan
nasıl yaratıldığını fark etmeli.


Anne karnına sığarken
dünyaya neden sığmadığını
Ve
En sonunda bir metre karelik yere
nasıl sığmak zorunda kalacağını
Fark etmeli.

Şu çok geniş görünen dünyanın,
Ahirete nispetle
Anne karnı gibi olduğunu
Fark etmeli.

Henüz bebekken
Dünya benim! Dercesine
avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
ölürken de aynı avuçların
Her şeyi bırakıp gidiyorum işte!
Dercesine apaçık kaldığını
Ve kefenin cebinin bulunmadığını
Fark etmeli.

Baskın yeteneğini
Fark etmeli sonra.

Azrailin her an
sürpriz yapabileceğini,
nasıl yaşarsa
öyle öleceğini
Fark etmeli insan.

Hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte
ama kendisinin
güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada
Yemek yediğini
Fark etmeli.

Yaratılmışların en güzeli olduğunu
Fark etmeli
Ve ona göre yaşamalı.

Gülün hemen dibindeki dikeni
Dikenin hemen yanı başındaki
gülü fark etmeli.

Evinde kedi, köpek beslediği halde
çocuk sahibi olmaktan korkmanın
mantıksızlığını fark etmeli.

Eşine seni çok seviyorum! Demenin
Mutluluk yolundaki müthiş gücünü
Fark etmeli.

Dolabında asılı 25 gömleğinin
Sadece üçünü giydiğini ama
Arka sokaktaki komşusunun
O beğenilmeyen gömleklere
muhtaç olduğunu fark etmeli.

Zenginliğin ve bereketin
Sofradayken önünde biriken
Ekmek kırıntılarını yemekte
gizlendiğini fark etmeli.

Annesinden doğarken
Tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve
aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini
Fark etmeli.

Fark etmeliyiz çok geç olmadan

Ömür dediğin
üç gündür,
dün geldi geçti
yarın meçhuldür

O halde
ömür dediğin
Bir gündür,
O da bugündür

Can Yücel

25 Nisan 2009 Cumartesi

SON AKŞAM YEMEĞİ.....İYİ,KÖTÜ....



İyilik nedir?.... Peki kötülük nedir?.....
Hemen hepimizin yaşadığımız olaylar sonucunda defalarca düşündüğümüz kavramlardır. Aslında ne kadar da göreceli kavramlardır. Yani başımıza bir olay geldiğinde, o olayı ister istemez kendi merceğimizden irdeler ve damgalayıveriririz "iyidir" ya da "kötüdür" diye.... Bu kavramlarla ilgili olarak çok hoş bir hikayeyi paylaşmak isterim;

Simyacının meşhur yazarı Paulo Coelho'dan nefis bir hikaye ...

Leonardo da Vinci; 'Son Aksam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedenindetasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceğ i birilerini aramaya başladı.
Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı....

Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı. Günlerce aradıktan sonra Leonardo; vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.
Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.
Leonardo; yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi. Cünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı,başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği
resme geçiriyordu.. .
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş;
gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle
şöyle dedi:

'Ben bu resmi daha önce gördüm...'

'Ne zaman?'
diye sordu Leonardo da Vinci,
o da şaşırmıştı..

'Üç yıl önce' dedi adam..
'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce...

O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum. Pek çok hayalim vardı. Bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'


İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...


Paulo Coelho